Türkiye artık “susuzluk” kelimesini sadece yaz aylarının sıcak günlerinde değil, gündelik hayatın her alanında hissediyor. İç Anadolu’da obrukların oluşması, göllerin kuruması, Güneydoğu’da toprağın çatlaması bize tek bir şey söylüyor: Su hızla tükeniyor.
Birleşmiş Milletler raporları Türkiye topraklarının yüzde 88’inin çölleşme riski altında olduğunu ortaya koyuyor. Konya Ovası’ndan Aksaray’a, Eskişehir’den Karaman’a kadar birçok bölgede yeraltı suları alarm veriyor. Tarımsal sulamada hâlâ vahşi yöntemler kullanılıyor, yağışlar her geçen yıl azalıyor ve toprağın yarını giderek kararıyor.
Çölleşme meselesi sadece çevresel bir sorun değil; aynı zamanda sosyal ve ekonomik bir kriz. Su kurudukça köyden kente göç artacak, tarım gerileyecek, gıda fiyatları yükselecek. Bu tabloyu gözümüzün önüne getirelim: tarlası susuz kalan çiftçi şehre göç edecek, şehirde işsizlik artacak, soframıza gelen ekmeğin fiyatı daha da ağırlaşacak.
Peki Türkiye çöl olacak mı? Eğer bugünkü alışkanlıklarla devam edersek, bazı bölgeler fiilen çölleşecek. Ancak bu bir kader değil. Damla sulamaya geçiş, suyun adil ve verimli yönetimi, iklim gerçeğine uygun ürün desenleri, erozyonla mücadele ve ağaçlandırma hâlâ elimizdeki güçlü kozlar. Yeter ki günü kurtaran politikalarla değil, gelecek kuşakların hakkını gözeten bir vizyonla hareket edelim.
Bu mesele sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da meselesi. Çünkü iklim değişikliği sınır tanımıyor. Türkiye’de tarımsal üretim düşerse gıda fiyatları Avrupa’da da hissedilecek. Kuraklığın tetiklediği göç dalgaları ise AB’nin kapısını çalacak.
Bugün doğa bize yüksek sesle uyarıyor: “Artık sınırları zorluyorsunuz.” Bu sesi duyup duymamak bizim elimizde. Çölleşme, kader değil; ama göz ardı edersek kaçınılmaz olacak.