Bu topraklarda bir sınıflama sistemi var, adı konmamış ama hissedilen. Anayasada yok, gazetelerde geçmiyor; fakat hayatın her anında damar gibi dolaşıyor. Kimin hangi masada oturacağı, kimin hangi konuda susacağı, kimin ise hep anlatıcı olacağı önceden yazılmış gibi.
Hindistan’ın kast sistemini uzak bir egzotizm olarak görürken, kendi içimizdeki görünmez sınıfları konuşmaktan ürküyoruz. Oysa burada da sınırlar var. Düşünme biçimiyle belirlenen, kelime seçimiyle ölçülen, hatta susma tarzıyla bile rütbe kazandıran bir düzen. Soru soran, tehlikeli. Sessiz kalan, makbul. Gündelik hayatı “usulüne uygun” yaşamak, en büyük erdem. Sorgulamak ise delilik.
La Boétie yıllar önce şöyle demişti:
“İnsanlar bir defa boyun eğmeye görsün, artık her gün yeni bir boyundurukla uyanırlar.”
Ve biz, her sabah yeni bir “normal”le uyanıyoruz.
Sessiz kalmak, bir savunma biçimi haline gelmiş.
İçselleştirilmiş bir korku, artık kültürel refleks olmuş.
Birileri iyi yaşamayı sadece kendine ait sanıyor. O yaşamı savunmuyorlar, sergiliyorlar. Sanat galerisi gezenler entelektüel, yabancı kelime serpiştirenler “bilgili” sayılıyor. Oysa bilgi, sergi değil; bir iç kaynama. Derinleştikçe sadeleşen bir çaba.
Montesquieu’nün dediği gibi:
“Bir halk kendi kendini düşünmekten alıkoyduğu anda, başkalarının oyuncağı olmaya başlar.”
Ve biz, başkalarının kurduğu oyunda sadece seyirciyiz.
İçimizdeki kast, sadece başkalarının bize reva gördüğüyle ilgili değil. Biz de kendimize rol biçiyoruz. “Ben kimim ki?” ile başlayan her iç ses, aslında sessiz bir rıza. Ne yüksek sesle itiraz ediyoruz ne de açıkça kabulleniyoruz. Arada bir yerde, gri bir boşlukta kalıyoruz.
Her şeyin bir usulü var artık. Düşünmenin bile. Sadece belirli çerçevelerde, belirli ses tonlarıyla ve kabul edilebilir biçimlerde düşünmemize izin veriliyor. Oysa gerçek düşünce dağınıktır, düzensizdir. Hatta bazen kırıcıdır. Ama işte tam da bu yüzden değerlidir.
Antonio Gramsci şöyle der:
“Gerçeği söylemek bir devrimci eylemdir.”
Fakat burada gerçeği söyleyen, önce “sert” sonra “aşırı” sonra “yalnız” ilan edilir.
En sonunda da susturulur.
Her sınıf, kendine göre bir doğruluk payı taşıyor bu düzende. Ama doğrular evrensel olmadıkça, hiçbir hakikat sağlam zemine oturmaz.
“Kültürel hegemonya, yönetenlerin fikirlerini evrenselmiş gibi göstererek yönetilenlerin sessiz onayını almasıdır,”
der Gramsci bir başka yerde.
Ve biz, sadece susarak değil, alkışlayarak da katkı sunuyoruz bu hegemonik tiyatroya.
Türkiye’de adaletin adı var ama kendisi saklambaç oynuyor.
Hukuk binaları yükseliyor ama içinde hukuk çökmüş.
Vicdanlar bina dışına alınmış. Yerine prosedürler yerleştirilmiş.
Ve tüm bunlar olurken, asıl acı olan şu:
Kimse gerçekten iyi bir yaşam istemiyor.
İyi görünmek yetiyor.
Gerçek değil, benzeri.
Belki de en büyük devrim, felsefenin kürsülerden değil, halkın masasından konuşulmasıyla olur.
Gerçek aydın, başkasının karanlığını fırsata çeviren değil; oraya ışık götürendir.
Çünkü mesele ışığı taşımak değil, paylaşmaktı.