Bir zamanlar “taşı toprağı altın” denilerek göç edilen İstanbul, bugün kendi ağırlığını taşımakta zorlanan bir megakente dönüştü.
Peki bu şehir, 20 yıl sonra bizi nereye götürecek?
İstanbul’un nüfus hikâyesi aslında bir dalgalanma hikâyesi.
1900’lerin başında 1 milyon olan nüfus, 1927’de 690 bine kadar düştü.
1935’te 740 bin, 1945’te yeniden 900 bin oldu.
1950’lerde Balkanlar’dan gelen göçle birlikte şehir başka bir evreye geçti. Gecekondular İstanbul’un çeperlerinde filizlendi.
1960’larda apartmanlaşma başladı.
1970’lerde hızlı nüfus artışı, konut ve ulaşım sorunlarını büyüttü. Otomobil sayısındaki artış, trafiği kilitledi; Boğaziçi Köprüsü bu ihtiyacın sonucu olarak doğdu.
1970–1975 arasında İstanbul’un metropol alanı 50 kilometre yarıçapındayken, 1980’de bu alan 60 kilometreye ulaştı.
1990’larda ise nüfus, merkezden dış halkalara doğru yayıldı. İstanbul büyüdü; ama kontrollü değil, mecburen.
Ve bugün…
2025’i geride bırakıyoruz, 2026’ya giriyoruz.
İstanbul’un nüfusu artık rekor seviyelerde.
Asıl soru şu:
Bu artış duracak mı?
Hayır.
Asıl mesele şu:
Bu şehir, artmaya devam eden nüfusu taşıyabilecek mi?
20 yıl sonra;
Trafik sadece sabah-akşam değil, günün her saati kilitlenmiş olabilir.
Su, gıda ve barınma krizi daha görünür hâle gelebilir.
Yeşil alanlar daha da azalabilir.
Deprem gerçeği, bu yoğunlukla birlikte çok daha büyük bir risk hâline dönüşebilir.
İstanbul, bugüne kadar büyümeyi başardı; ama artık mesele büyümek değil, yaşanabilir kalabilmek.
Belki de artık şu soruyu sormanın zamanı geldi:
İstanbul daha ne kadar insan alabilir değil…
İstanbul’u daha ne kadar zorlayabiliriz?