Kara Avrupası hukukunda, devletin, hukuk kurallarıyla bağlanarak bireylerin hukuki güvenliğinin sağlanması anlamında kullanılan hukuk devleti ilkesi, Anglo-Sakson hukuk dünyasında ise, aynı anlamları karşılamak üzere hukukun üstünlüğü, egemenliği ve yönetimi (rule of law) şeklinde ifade edilmektedir. İşin özünde, insanın insana değil de hukuka itaat etmesi ve tabi olması gerektiği düşüncesine dayanan, bu hukukun üstünlüğü anlayışının, Kara Avrupası hukuk sistemindeki yansıması hükmünde olan hukuk devleti ilkesinin ilk ortaya çıktığı yer olarak kabul edilen Almanya, İsrail’in iki yılı aşkın süredir Gazze’de Filistinli Müslümanlara yönelik sürdürdüğü ve Birleşmiş Milletler (BM) tarafından da tescillenen soykırım ve insanlığa karşı işlediği suçlara verdiği doğrudan ve sınırsız destek sonrasında, dayandığını ileri sürdüğü tüm üstün değerler gibi, hukuk devleti olduğu noktasında da ciddi biçimde sorgulanır hale gelmiştir. Zira bu noktada, hukuk devleti sayılmanın olmazsa olmaz bir şartının da, bireylerin temel hak ve hürriyetlerinin din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet gibi gerekçelerle ayırım gözetilmeksizin herkes için aynı düzeyde korunup güvence altına alınması olduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. 1948’den bu yana maruz kaldığı işgal, zulüm ve katliamlara karşı, Filistin’in gerçek bir meşru müdafaa saldırısı hükmünde olan “Aksa Tufanı Harekâtı” ile canı yanan ve özellikle tüm askeri ve istihbarat zafiyetinin de ortaya dökülmesiyle otoritesi ciddi sarsılarak yenilmez ve dokunulmaz olduğu algısı yerle bir olan İsrail’in, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve BM tarafından bile tescillenen soykırım saldırıları hakkında, hala “kendini savunma hakkını kullanıyor” diyen bir Alman siyasal aklının, uluslararası ölçekteki hukukun üstünlüğü anlayışından ne kadar uzak düştüğü de böylece ortaya çıkmaktadır. İsrail’e sınırsız ve tam destek sunmasına ilişkin daha önce de defalarca sergilediği bu tavrını, görevdeki başbakanı Frederich Merz’in Kasım ayı başlarında yaptığı Türkiye ziyareti vesilesiyle de sergileyen Alman siyasal aklı, geçen yüzyılın soykırım suçlusu olmasının borçluluk ve eziklik psikolojisinin yanı sıra, mağduriyet algısından nemalanan emperyal Siyonist lobinin yoğun bir sermaye - medya baskısı ve cenderesi altında kalmış olmasının acziyet ve zilletiyle, soykırımcı İsrail’in her türlü zulüm ve barbarlıklarına kalkan olmaya devam etmektedir. İsrail’in iki yıldır, resmiyette 70 bine yakın, gerçekte ise yüzbinleri (BM Filistin raportörüne göre 680 bin) bulan sayıda Müslümanı Gazze’de katlederken, aslında kendini savunduğunu söyleyebilen bu Alman siyasal aklının, toplamda 3’te 2’sini çocuk ve kadınların oluşturduğu bu soykırım kurbanlarının yanı sıra, Gazze’deki tüm BM okullarını, hastaneleri, kiliseler dahil ibadethaneleri ve mülteci kamplarından başka 250’ye yakın gazeteciyi de katleden ve hayatta kalan Gazzelileri de açlık ve kıtlıkla imhaya çalışan ve ateşkese rağmen insani yardım girişine engel olan terör rejimi İsrail için, hala, kendini savunduğundan bahisle tam desteğe devam edeceklerini belirtmesi, Almanya’nın, yine tarihin yanlış tarafında saplanıp kaldığını ve kurtulmaya da pek niyetlerinin olmadığını göstermektedir. Faili olduğu Holokost’un mağdurlarının, şimdi bizzat fail konumuna geçerek Filistinli Müslümanlara uyguladıkları soykırımı, ‘kendini savunma hakkı’ kılıfında mazur görmek suretiyle meşrulaştırmaya çalışmanın, sahte bir vicdan rahatlığı sağlamasının ötesinde, Almanya’ya politik ve ekonomik açıdan kazandıracağı hiçbir getirisi de yoktur. Hatta Almanya, Holokost’a maruz bıraktığı bir toplumun, ‘soykırımcı’ sıfatıyla Gazze’de, dünyanın gözleri önünde işlediği tüm suçlarına siyasi, askeri ve ekonomik yönden tam destek vermek suretiyle de, yine bir soykırım sebebiyle, ancak bu defa bir suç ortağı sıfatıyla sanık sandalyesine tekrar oturmak zorunda kalmış olacaktır.
Özgürlükçü ve Soykırım Destekçisi İkileminde Almanya
İsrail’in Gazze’deki soykırım ve savaş suçlarını sürdürmesine, ABD ile birlikte en başından bu yana askeri ve ekonomik yönden her türlü desteğini seferber eden Almanya’nın, kendi ülkesinde İsrail’in tüm bu işgal, zulüm ve katliamlarına karşı, toplantı ve gösteri yürüyüş hakları çerçevesinde protesto yaparak mazlum Filistinlilere destek vermeye çalışan kişi ve sivil toplum unsurlarına cebir ve güç kullanmak suretiyle sergilediği çok katı yasakçı tavrıyla da, 1949 tarihli Anayasası’nın bile daha ilk maddesine koyarak öne çıkardığı “insan onurunun dokunulmazlığı” ilkesini, Holokost’un yol açtığı utanç ve borçluluğa alenen kurban ettiği görülmektedir. Holokost’un soykırımcısı ve mağduru rollerinin, günah çıkartma ve diyet ödetme motivasyonuyla, ilgisiz bir üçüncü ülke ve toplumu, yani Filistin üzerinden yan yana ve omuz omuza geldiğine tüm dünyanın da şahitlik ettiği Gazze’deki mezalimin, Haçlı dünyasının yaygın desteği genelinde, ancak siyonazist bir ittifak özelinde gerçekleştiğini belirtmek gerekir. Hitler, günümüzün iletişim imkânlarına göre çok geride olan 1930’lu ve 40’lı yıllarda Holokostu gerçekleştirirken, yaptığı barbarlığı dünyadan, hatta Yahudi toplumundan bile saklayarak, çalışma kampları türünden kılıflarla ört bas etmeye çalışırken, İsrail’in, internet, cep telefonu ve sosyal medya gibi dijital iletişim imkânlarıyla küresel bir köy haline gelen dünyanın gözü önünde ve hatta gözüne sokarcasına işlediği soykırım ve insanlığa karşı suçlarını, UCM ve BM’nin bile teyit ederek tescillediği bir ortamda, hala “kendini savunma hakkını kullanıyor” diyen bir Alman siyasal aklının, Hitler’i bile utandıracak ölçüde yüzsüz ve arsız bir politik batakta debelendiğini söylemek mümkündür. Nazi ve Siyonist terörizmin işledikleri soykırım suçlarına ilişkin bir başka farklılık ise, Hitler’in, destek görmek bir yana, tüm dünyayı karşısına alarak Holokostu gerçekleştirmesine karşın, Netanyahu’nun başında bulunduğu Siyonist terör rejiminin ise, ABD, Almanya ve İngiltere’nin başını çektiği Haçlı dünyasının sömürgeci güçlerinin ve daha pek çok devletin sınırsız ölçekteki askeri, ekonomik ve diplomatik yönlerden tam desteklerini almak suretiyle Gazze’deki Müslüman soykırımını hayata geçirmesidir. Böylesi bir süreçte, Gazze’de, modern! dünyanın gözleri önünde, adeta canlı yayınlanarak gerçekleşen katliamların, göstermelik bir ateşkese rağmen sürdüğü ve insani yardımların da engellenerek çocuk, kadın, yaşlı, yaralı ve engelli tüm Gazzeli sivillerin kıtlık ve yokluğa mahkum edilip, ağırlaşan kış şartlarının da etkisiyle çadırlarında bile yaşayamayacak hale geldiği bir ortamda, tüm bu barbarlık, soykırım ve insanlığa karşı suçların faili ve müsebbibi olan Siyonist terör rejimi İsrail’in, Nazi terörünü bile kat be kat geride bıraktığı, artık tüm dünya sivil toplumlarının şahitliğiyle de sabit olmuştur. Knesset adlı parlamentosunda onaylayarak 10 Ekim 2025’te yürürlüğe soktuğu ateşkes anlaşmasını, takip eden 40 günlük süreçte 290 civarında ihlal eden İsrail, bu anlaşmanın BM Güvenlik Konseyi’nde oylanmaması ve kabul edilmemesi için de, özellikle mutlak hamisi olan ABD ve dolayısıyla başkan Trump üzerinde yoğun bir manipülasyon gayretine girmiş olmasına rağmen, anlaşmanın kabulüne ve özellikle garantör olarak Türkiye’nin de asker göndereceği barış gücü (uluslararası istikrar gücü)nün kurularak Gazze’de görev yapacak olmasını engelleyememiştir. Hatta bu hususta Donald Trump’ı bir süredir meşgul eden, 2019’da tutulduğu hapishanede ölen cinsel istismar suçlusu Jeffrey Epstein dosyası üzerinden baskı altına alarak, gerisinde Trump’ın olduğu bu anlaşma tasarısını veto etmesi için ABD’deki Siyonist medya gücünü de seferber eden İsrail, istediğini elde edemeyince de, soykırım kabinesinin koalisyon ortaklarından olup, kendi ülkesinde bile terör örgütü üyeliğinden mahkûmiyet alan Itamar Ben Gvir adlı terörist bir bakanın, BMGK’nun bu kararına tepki olarak Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas’ı ve diğer Filistinli yöneticileri hedef göstererek suikast çağrısı yapması, Siyonist terörizmin ulaştığı azgınlık ve kudurmuşluğun seviyesini bir başka yönüyle ortaya koymaktadır.
Alman hükümetinin, Ağustos 2025’ten bu yana kısmen askıya aldığı, İsrail’e silah satışına tekrar başlaması kararına karşı, ülkesindeki protesto gösterilerine katı yasaklar getirmek suretiyle, soykırımcı İsrail’in suçlarına ortak olunmasını istemeyen Alman sivil toplum üyelerini orantısız şiddet yöntemleriyle bastırarak susturması da, Alman siyasal aklının, mazisindeki Holokost’un günahını, İsrail’in Gazze’deki soykırımına yancılık yapma günahıyla temizleme yanlışından geri adım atmaya pek de niyetinin olmadığını göstermektedir. Yani Almanya, geçen yüzyılın ortalarında Hitler’in Nazi diktatörlüğü ve barbarlığıyla üzerine yapışan soykırımcı damgasından bu asrın ilk çeyreğinde de, borçluluk hissettiği Yahudilerin Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım suçlarına verdiği tam destekle kurtulacağını zannetse de, bu durum Holokost’un hesabını kapatmayacağı gibi, O’nu yeni bir soykırımın suç ortağı haline getirmekten kurtaramaz. Özetle Alman siyasal aklı, yanlışı yanlışla ve günahı günahla bertaraf etme basiretsizliğini günümüzde tekrar sergileyerek, yine tarihin yanlış tarafına demir atmak bahtsızlığına kendini mahkûm etmektedir..
|
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...