Dünya, hiç olmadığı kadar hızlı değişiyor. Bu değişim yalnızca teknolojiyi, siyaseti veya kültürü dönüştürmüyor; aynı zamanda insanın kişiliğini, inançlarını ve değerlerini de sürekli esnetiyor. Oysa insan varoluşunun derinlerinde, zamana direnen “kırmızı çizgiler” vardır: vicdan, adalet, özgürlük, hakikat arayışı… Ancak günümüzde bu çizgiler, esnetilebilir, hatta gerektiğinde yeniden yorumlanabilir hale gelmiştir. İnsan, çoğu zaman kendi vicdanını rahatlatmak adına, eski inançlarını modernize ediyor, kendi şartlarına uyarlıyor; adeta yeni bir din, yeni bir ahlak ya da yeni bir inanç sistemi kuruyor.
Bu durum, gerçekten bir ilerleme midir, yoksa kendi değerlerinden geriye düşüş mü?
Albert Camus, “absürd” kavramıyla bu soruya yaklaşır. Ona göre insanın en temel açmazı, anlam arayışı karşısında dünyanın sessiz kalmasıdır. İnsan, bu sessizliği aşmak için din, ideoloji ya da ahlak sistemleri üretir. Fakat bu sistemlerin çağdan çağa değişmesi, onların mutlak değil, insana özgü inşalar olduğunu gösterir. Camus, bu noktada ne katı bir dogmaya bağlı kalmayı ne de her şeyin göreceli olduğu bir nihilizmi önerir. Onun cevabı “isyan içinde sadakat”tir: koşullar değişse de insan kendi özüne sadık kalmalı, ama bu sadakati kör bir itaate indirgememelidir.
Jean-Paul Sartre ise, insanın varoluşunun özden önce geldiğini söyler: İnsan, önce dünyaya atılır, sonra kendi seçimleriyle kimliğini inşa eder. Bu açıdan sürekli değişim kaçınılmazdır; fakat bu değişim sorumluluk da getirir. Çünkü Sartre’a göre, “özgür olmak, mahkûm olmaktır” – insan her an kendi seçimlerinden sorumludur. Eğer birey bu sorumluluğu taşımadan değişirse, sadece rüzgârın yönüne göre savrulmuş olur.
Nietzsche, modern insanın değerleri yeniden şekillendirmesini daha radikal bir biçimde ele alır. Ona göre eski değerlerin çöküşü kaçınılmazdır; “Tanrı öldü” sözü tam da bu kırılmayı ifade eder. Ama bu ölüm, boşluğa değil, yeni değerlerin yaratımına bir çağrıdır. İnsan, kendi değerlerini yaratabildiği ölçüde “üstinsan”a yaklaşır. Bu yaratım cesaret ister; çünkü esnemek kolaydır ama yaratmak sorumluluk ve güç ister.
Schopenhauer ise daha karamsar bir bakış getirir: Ona göre insanı yöneten, akıl değil, doyumsuz bir “irade”dir. Değerlerin esnemesi de çoğu zaman bu iradenin bir sonucudur. İnsan, acıdan kaçmak için inançlarını dönüştürür, kendine yeni anlamlar icat eder. Ancak bu, gerçekte bir huzur değil, iradenin başka bir maskesidir.
Tüm bu düşünürlerin ortak paydası şudur: Değerler, tarihin akışıyla birlikte biçim değiştirebilir; ama insanın asıl sınavı, bu değişim içinde kendi özüne sadık kalıp kalmadığıdır. Bugünün insanı, hızla değişen dünya karşısında kendini yeniden tanımlarken, bazen ilerliyor gibi görünse de aslında kendi varoluşunun temel gerilimini unutur.
İşte bu yüzden asıl mesele, değişimin kaçınılmazlığı değil; o değişim içinde vicdanımıza, hakikat arayışımıza ve özgürlük bilincimize sadık kalabilmektir. Çünkü çağlar değişse de, insanın varoluş gerilimi değişmez.