Cesaret… Sıklıkla karanlığa karşı koymakla eş tutulur. Zifiri bir gecede adım atmaktan, bilinmeze yürümekten, korkuların sessizliğinde var olmaktan… Oysa bu, cesaretin yalnızca bir yüzüdür ve çoğu zaman eksik bir tanımdır.
Gerçek cesaret, yalnızca karanlığa direnmeyi değil, ışığın göz kamaştırıcılığına da "tahammül edebilmeyi" gerektirir. Zira kimi zaman insanı kör eden şey karanlık değil, fazla ışıktır:
GÖZ ALICI BİR YENİLİK, SARSICI BİR FİKİR, ALIŞILMIŞI YERİNDEN EDEN BİR SES…
İşte hepsi birer ışıktır; kimi zaman bir insan, kimi zaman bir düşünce, bazen de zihnin en kuytusunda ansızın parlayan bir fark ediş…
Bu ışıkla yüzleşemeyenler, onun içine bakmayı göze alamayanlar, çoğu zaman kendi içlerindeki ışığı da söndürürler. Bazıları ışığını taşır ama yayamaz, bazıları ise yıllar boyunca aynı çemberde döner durur. Kimi zaman da sahip oldukları ışık, onları yavaş yavaş tüketir; çünkü taşıdıklarıyla yüzleşecek cesareti göstermemişlerdir.
"Karanlıkla savaşmak kolaydır; asıl mesele, ışığın seni kör etmesine izin vermemektir."
— Friedrich Nietzsche
O halde cesur olmak, hem karanlığa yürüyebilmek hem de ışığın içine bakabilmektir. Sorgulamadan inandığınla değil, sorgulayarak vardığınla yüzleşebilmektir. Ne karanlığın korkusuyla donakalmak ne de ışığın parlaklığından çekinmektir. Asıl cesaret, ışığın da karanlığın da ötesine geçip, hakikatin çıplak yüzüne bakabilmektir.
Çünkü korkuyla bakılan her şey, gücünü sahibinden alır, ancak cesaretle bakılan her şey, sonunda dönüşür. Bazen bir fikre, bazen bir direnişe, bazen de bir yeniliğe…
GÖZLERİN KAMAŞSA DA BAK, BAK Kİ İÇİNDEKİ IŞIK SÖNMESİN!
Bir başka ışık, bir başka düşünceyle görüşmek üzere…