Oltayı ben yaptım. Gölün kıyısına inen, sabahın serin sessizliğinde yürüyen bendim.
Oltayı suya atan, sabırla bekleyen, doğanın ritmini içselleştiren… Yine bendim.
Balığı tuttum. Ellerimle.
Babam öğretmişti bana; sabrı, dikkat etmeyi, doğayı anlamayı ve balık tutmayı.
Peki… Balığı kim yedi?
Ben değil.
Yani emeğin sahibine düşmeyen bir lokmanın hikâyesi bu.
Büyük bir çark var orada, balığı mideye indiren.
Bir sistem var; görünmeyen ama her şeyin orta yerinde duran.
O yedi…
O kim?
Her yerde olup hiçbir yerde olmayan o.
Sırtını sıvazlayıp, emeğini alkışlayıp, sonra da elindekini senden habersiz alan o.
Birileri var; göle gitmez, oltaya dokunmaz, sabırla beklemez ve babası ona balık tutmayı öğretmez ama balığı ilk onlar yer.
Ve biz, bir kırıntının peşinde, yine gölün kenarında bekleriz.
Çünkü bize düşen, hep beklemek olmuştur.
Bu bir sadece balık hikâyesi değil. Bu, bir çocuğun hayal kurup büyümesi, bir annenin tarlada sırtındaki bebeğiyle gün boyu terlemesi, bir öğretmenin sınıf hayaliyle büyüyüp, adı okunmayan listelere bakakalması, bir işçinin gündoğmadan yollara düşmesi, bir yazarın sessizlikte kendini harf harf eritmesi, bir gencin elindeki diplomayla kapı kapı gezip, bir boş sandalye için geleceğini susturması ve alnının teriyle değil, sistemin keyfiyle sınandığı utanç dolu bir çağa tanıklığıdır.
Ve sonunda, her birinin elinden yemeğin alınması hikâyesidir.
Bazen bir maaş zarfı, bazen bir sınav sistemi, bazen bir bürokrasi duvarı, bazen görünmeyen bir el…
Yani sistem.
Sistem nedir?
Birlikte yaşamanın düzeni mi, yoksa bireyin emeğini görünmez kılmanın kurnaz yapısı mı?
Her şeyin hakkaniyetle dağıldığı bir düzen mi, yoksa yemeğin masaya geldiğinde çatalın elinden alındığı bir sofra mı?
Çoğu zaman emek görünmezdir. Çünkü emeği görünmez kılan şey, sadece göz değildir; niyettir, bakış açısıdır, gücü kimde tuttuğundur.
Ve gücü elinde tutanlar, çoğu zaman ne göl görür, ne olta tanır, ne sabır bilir ama balık sofradadır.
Soruyu yeniden soralım:
Balığı kim yedi?
Cevap bazen bir sistemdir. Bazen bir hiyerarşi. Bazen bir alışkanlık, bir öğreti, bir görgü…
Ama en çok da sessizliğimizdir.
Çünkü bizler, emeğin hakkını yemeğe değil, sustuğumuzda teslim ederiz. En çok da emeğin tadını çıkarıp, ardından gözlerimize bile bakmayanların sessizliğini normalleştirdiğimizde kaybederiz.
Son söz şu olsun:
Emeği gören gözlere, hakkı teslim eden dillere, paylaşmanın sofrasına ihtiyacımız var.
Ve bir gün balığı tutan ellerle, balığı yiyen dudaklar ilk kez aynı insanda buluştuğunda, adalet gerçekten başlamış olacak.