Düşünün ki bir turnuva düzenleniyor. Sahaya iki takım çıkıyor. Biri yalnızca hesap yapabiliyor. Ötekisi sadece hissedebiliyor. İlk takımda istatistikçiler, stratejistler, planlamacılar var.
İkinci takımda ise sezgileriyle hareket eden, kalbinin sesine kulak veren oyuncular…
Maç başlıyor. Öngörü takımı oyunu analiz ediyor, olasılıkları hesaplıyor, hamleleri önceden kestiriyor. Ne var ki bazen topun yönü değişiyor; çünkü hayat her zaman formüle uymaz.
Tam da o anda sezgi takımı devreye giriyor. Bir oyuncu, içgüdüsel olarak doğru yerde duruyor. Hissediyor, seziyor ve müdahale ediyor.
Ama sonra işler karışıyor. Sezgi takımı, geleceği hissetmekle o kadar meşgul ki, büyük resmi gözden kaçırıyor. Zamanı iyi yönetemiyor, plan kuramıyor, rakibin oyununu önceden kestiremiyor.
Bu kez öngörü takımı toparlanıyor. Veriye dayanıyor. Analiz yapıyor. Strateji geliştiriyor.
Saha bir anlığına bir akıl oyunu, bir anlığına bir kalp labirentine dönüşüyor. Bir yanda planlar çöküyor, çünkü duyu yok.
Öte yanda sezgiler yanılıyor, çünkü yön yok.
Sonunda maç bitiyor ama skor tabelası boş. Kim kazandı, kim kaybetti... Belli değil. Çünkü hakem bile karar veremiyor.
İşte hayat da böyle.
Ne sadece akılla yürünebilir bu yolda ne de sadece iç sesle.
Bir yönü görmek için hesap gerekir, diğer yönü sezmek için his…
Yalnızca öngörüyle yürüyenler, yoldaki kıvrımları kaçırabilir. Yalnızca sezgiyle yürüyenler, haritayı yırtıp atabilir, ancak ikisi bir arada olduğunda, yol hem görünür hem duyulur.
“Sezgi kutsal bir armağandır, akıl ise sadık bir hizmetkâr.
Biz, armağanı unutan ve hizmetkâra tapınan bir toplum yarattık.”
— Albert Einstein
VE;
“Yüreğin mantığı, aklın anlayamayacağı şeyleri bilir.”
— Blaise Pascal
Hep gördük ki; hayat sadece akılla ya da sadece kalple değil; ikisinin uyumuyla yön buluyor. İşte bu nedenle; ne tam oyuncuyuz ne tam hakem; sadece yolu hisseden ve hesaplayanlarız.
Bir dahaki yazıda, birlikte hem düşünen hem hisseden adımlarla buluşmak dileğiyle.