![]() |
İnsanoğlu tuhaf bir varlık… Bir gün güzel bir an yaşadı mı, o günün büyüsünden bir ömür çıkamaz. Hafızasında yeniden ve yeniden aynı bahçeye yürür, aynı kokuyu duyar, aynı ışığın içine sığınır. O günü bırakmaz; çünkü o gün, hayatın en parlak yüzünü göstermiştir ona. Ne var ki o parlaklık, gelecekteki günlerinin önüne perde olur; insan, o tek günün ışığında körleşir. Aynı şey acılar için de geçerlidir. Bir kaybın, bir kırgınlığın ya da derin bir yarının gölgesine düşen insan, oradan bir türlü çıkamaz. Hep aynı günü yaşar, aynı acının sofrasına oturur. O günün zincirlerini geleceğine taşır ve yeni sevinçlerin kapısını kapatır. Oysa hayat, geçmişe zincirlenmiş bir tekrar değil; geleceğe doğru açılan bir yürüyüştür. Güzel günler anı olarak kalmalı; içimizi ısıtmalı ama yolumuzu tıkamamalı. Acılar ise ders olarak kalmalı; bizi güçlendirmeli ama adımlarımızı bağlamamalı. Geçmişin yükünü sırtında taşıyan, geleceğin bahçesine kör ve sağır girer. Uzun uzun düşündüm; çıkış yolu belki de şudur: Geçmişi sevmek ama onda kalmamak. Güzel günlerimizi umut, acılarımızı tecrübe olarak yanımıza almak. Yani geçmişi bir yük değil, bir yol azığına dönüştürmek. Çünkü hayat, geçmişin gölgesinde değil, geleceğin ışığında anlamını bulur. Sonuçta: Geçmiş, arkadan esen bir rüzgâr olmalı; bizi sürükleyen değil, yolumuza serinlik veren... Çünkü insan sadece geçmişin hatıralarında değil, geleceğin ihtimallerinde de var olur. İşte tam da bu yüzden, insana dair söylenmiş her söz, çoğu zaman yarım kalır. Çünkü insan ne yalnızca akıldır ne yalnızca kalp… Ne geçmişin zinciriyle bütündür ne de geleceğin ihtimalleriyle tamam. Belki de insanı en iyi anlatan şey, kelimelerle kurulan bir düşünceden çok, duygunun şiirle açılan kapısıdır. O hâlde sözü şiire bırakalım… VE İNSAN Ve insan... Deli hisleri olur Ve insan... Ürkek adımların gölgesi olur Ve insan... Ve insan... Kaybolur... Ve insan...
(Bunları nereden mi biliyorum? Kendimden biliyorum elbet, kendimden…)
(Seyhan Korkmaz)
Hoyrat zamanlardan geçer bazen
Duvar gibi susar
Bazen ince bir yağmur damlası
Bir rüyadan sızan serinlik kadar yitik
Kayıp düşleri…
Bir çatlaktan fışkıran yosun gibi
Tutunur hayale
Yine de kayar ellerinden
Yaşanmamışlık doludur içinde
Yarım kalmış bir sevdanın
Dipnotu gibi durur
Göğsünde demir halkalar
Asi bir haykırış gibi düşer gecelere
Yalnız bir ben taşır derininde
Bağırsa da
Sesi yankısız bir mağaraya düşer
Gömülü bir çivi söker gibi
Sökmek ister içinden, tükenmişliğini
Ama kalır orada,
Tutarsız, yarım, kırık...
Baş kaldırır bazen kendine
Dizginleyemediği bir neşedir
Aniden çıkan
İçinde susmayan bir çocuk,
Koşar eski bir şarkının içine
Coşkusu, baraj kapağı patlamış gibi
Taşar…
Taşar içindeki o deli akıntı
Kafa tutar mı içindeki neşeye?
Susturur mu o koşan çocuğu?
Unutur mu içindeki şarkıyı?
Kaybolmuşluğuna tutunabilir mi?