![]() |
Bir evin ışığı kendi kendine yandığında, hemen anlamını ararız. Neden yandı? Elektrik mi arızalandı, yoksa içeride kimse mi var? Işığın varlığına, anlam yüklemeye çalışmak; doğamızda var. Geceyi düşünelim. Gökyüzündeki yıldızlara, bulutlara, hatta üzerimizden sessizce geçen uçaklara bakarken bir anlam ararız. Neden oradalar? Bizimle nasıl bir bağı var? Taşlara, toprağa, yapraklara anlam yüklüyoruz. Onların hikâyesini sorguluyor, varlıklarını aklımızda bir yere oturtmaya çalışıyoruz. Çünkü anlam; varoluşu sağlamlaştıran, hayatı anlamlandıran köprüdür. Peki insanlara ne kadar anlam yüklüyoruz? Onları ne kadar derinlemesine düşünüyor, anlamaya çalışıyoruz? Sanıyorum ki, yeterince değil. Düşünün ki, Vincent van Gogh, hayatı boyunca anlaşılmamış ve dışlanmıştı; o ışığı yakan fırçasını ancak ölümünden sonra görebildik. Bugünse, dünya medyasında hızla akan görüntüler arasında, insanın derin yalnızlığını, kendini ifade edemeyişini çoğu zaman fark edemiyoruz. Sosyal medyanın parlak ışıkları altında saklanan gerçek acılar, çoğu kez sessiz kalıyor. Eğer insanları –kendimizi ve birbirimizi– gerçekten anlasaydık, aceleyle yargılamaz, önyargılarla kalıplara sıkıştıramazdık. İşte o zaman geç anlaşılanlar olmazdı; kırgınlıklar azalırdı. İnsanı anlamak, bir evin ışığını anlamaktan çok daha karmaşıktır evet. Çünkü insan, duyguların, düşüncelerin, geçmişin, umutların ve korkuların iç içe geçtiği bir varlıktır. Her insan kendi evreninde bir ışık, bir yıldızdır. Peki ne yapmalıyız? Öyleyse, bir dahaki sefere gecenin karanlığında yıldızlara bakarken, bir taşın sessizliğini dinlerken, durup düşünelim: İnsanları ne kadar düşünüyoruz? Onları gerçekten anlamaya ne kadar hazırız? Nihayetinde: Şiir ile devam edelim: ANLA Bir gece ruhunun derinlerine bir şimşek çakar Bir annenin feryadı, sessizliğin ince ipliklerini söker Şarkı, fısıldar geçmişin acılarını Güvercin, pencerenin pervazına konar
Franz Kafka… Kendi yazdıklarını bile yakmak istemişti; ölümünden sonra, dostunun inadı sayesinde, çağımızın en derin edebiyat evrenlerinden biri oldu.
Bizden bir isim: Afife Jale. Türkiye’de tiyatronun öncüsü, perde arkasında büyük mücadeleler veren bir kadın. Yaşarken sahnenin ışıklarına ulaşmak kolay olmadı; engeller, yasaklar ardı ardına geldi ama şimdi o, sanatın ve cesaretin simgesi olarak hatırlanıyor.
Gökyüzündeki o yıldızlara bakarken hissettiğimiz hayranlığı, merakı ve anlam arayışını, insanlara da yöneltmeliyiz. Çünkü ancak o zaman, yaşamın karmaşasında kaybolan insanlığımızı bulabiliriz.
İnsanları düşünüyor muyuz, yoksa sadece gölgelerine mi bakıyoruz? Yeterince derin değil, yetersiz ve yüzeysel olabilir miyiz? Eğer insan olmanın karmaşasında yürüyebilseydik, geç kalmazdık anlamaya. Kırık düşler, yarım kalan sözler olmaz ve adeta geç anlaşılanlar şehiri kurulmazdı öyle değil mi?
Aslında insan, en derin anlamı gizleyen bir bilinmezliktir; kendi karanlığında kaybolan bir ışık... Fakat biz, o ışığı yakalamak için değil, sadece dışından seyretmek için varız...
"Çoğu zaman"
Seyhan Korkmaz
Vicdanın uyanır ansızın, donuk prangalarını çözer
Yorgun düşünceler, birer tırtıl gibi kıvranır
Kelebek olmak ister, özgürlüğe kanat çırpar
Bir genç, aşkın ateşiyle yanar, haykırır
Bir çocuk, karanlık bir köşede, kedi gibi siner
Bakışlarında saklı kırılganlık
Yengeç, denizin tuzlu hikâyesini anlatır
Rüzgâr, yavaşça kırık notalarla dokunur
Su, en berrak haliyle akar, "Anla!" diye haykırır.
Gözlerinde bilgelik parlar "Anla, anla!" der
Ne yani?
Anlaşılmak için illa ölmek mi gerekir?