İroni değil, 'Okey oynayan Diyanet İşleri Başkanı!..'
Talat Atilla

Metafor yaptığımı düşündünüz değil mi? Keşke öyle olsaydı!

Behzat Ç.'nin bir bölümünde "Redkit, marksist ülkücüydü!'' sözü gibi beyin yakan, yaktığı yerden duman çıkaran bir ýüzyılın içinden geçiyoruz.

Çoğumuz "Yanıyosun Fuat Abiii!.." modunda, kainatın ve kendimizin yanışını seyrediyoruz.

Ya yanacağız!

Ya yakacağız!

Ya da matara, kova, leğen, ne bulursak, doldurup, aleve su dökeceğiz!

Su dökülmesini tercih ederim.

Yoksa, hepimiz yanacağız!

Ahmed Arif'in okkalı şiirlerinden biridir 'Anadolu' ...

“Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip…

Nerede olursan ol,

İçerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının…

Bak Ahmet Arif...

Yıkıntılar altında kalsak da.

Yıkmayız kendimizi ...

Belki mahzun, belki garibiz ama.

Fırsatçının, fesadın üstüne yürür, suratına da tükürürüz, sen rahat ol...

* * * *

Bir fotoğrafa ulaşmıştım.

Sıradan bir kahvehanede.

Sigara dumanlarının gölgesinde önemli bir kamu görevlisi okey oynuyordu...

Fotoğrafta yüzü çok net görünen kişi dönemin Diyanet İşleri Başkanı'ydı.

Fotoğrafı, başkanın çok güvendiği dibindeki bir kişi çekip göndermişti bana...

10 gündür gazeteye basın bültenine benzer anlamsız haberler gönderdiğim...

2 gün özel haber yapamayınca  kaşıntımın tuttuğu günlerdi...

Hızlıca gazeteye geldim.

Çoğu zaman olduğu gibi yemek kalmamış, şimdi rahmetli olan obur bir gazeteci ağabeyim, bana ayrılan yemeğin dibini yine sıyırmıştı...

Garfield karekteri gibi asla doymazdı...

Gazetede küçük, kenarları kırık bir masam...

Arkaya biraz fazla yaslanınca.

Beni tepesi üstü düşüren çürük bir koltuğum vardı...

Sağlam olanlar, arkası sağlam muhabirlere verilmişti.

Her zamanki gibi yalnızdım...

Masama yerleşip, fotoğrafa tekrar tekrar bakıyordum.

Fotoğraf yüzde yüz gerçekti, çünkü başkanın fotoğrafını çeken hem yakınındaki kişiydi, hem de günler öncesinden bana fotoğrafı çekmek için uygun bir zaman kolladığını defalarca söylemişti.

İçimden "Pulitzer değilse, yılın tüm gazetecilik ödülleri benim! " diye geçiriyordum.

Gerçi Pulitzer hayalim biraz da Yozgat Blues filmindeki "Yozgat, deniz olsa aynı Zeytinburnu..." repliğine benziyordu ama olsun, hayal bazen gerçekten daha iyiydi.

* * * *

Heyecandan kıpır kıpır olmam kurt muhabirlerin dikkatini çekmiş, kokuyu almışlardı!

Çeşitli bahanelerle çevremde atmaca gibi dolaşıyorlardı!

Küçük masamın etrafı çarşamba pazarına dönünce pılımı pırtımı toplayıp, eve gitmeye karar verdim.

Mahallemizin Camii'si 50 metre ötemizdeydi, eve girerken sela okunuyordu.

"Yine kim gitti! " diye düşünerek

girdim eve...

Giden, çocukluk arkadaşımmış!

Dünya gözümde küçüle küçüle kibrit kutusu kadar kaldı.

Bir yanda seküler, diğer yanda vicdani - dini duygularım...

O fotoğrafı yayınlayıp, yayınlamama konusunda karar verememiştim.

Kendimi, Yılmaz Güney'in Umut filminde, atının araba çarpması sonucu ölmesi ve geçimini bu ata bağlamış olan faytoncu Cabbar gibi hissediyordum.

Bomba gibi fotoğraflı haberimi yayınlamazsam, Cabbar gibi atsız kalacaktım.

Diğer yandan bu fotoğrafı bastığımda belki de hayatı kayacak bir kamu görevlisi vardı.

Ondan da önemlisi vatandaşın "Bu mu kardeşim diyanet! " diyeceği bir algı çıkacaktı ortaya.

Gece yarısına kadar düşündüm.

Man of Steel filmindeki “Ne kadar güçlü olduğunu öğrenmenin tek yolu, sınırlarını zorlaman...”

sözleri gibi sınırlarımı zorlayarak yayınlamama kararı verdim.

O başkanla bir araya geldiğimiz anlar da oldu ama utanmasın diye kendisine hiç bir zaman söylemedim.

Ve kısa süre önce Diyanet'in "Evlat edinen ile evlatlık arasında evlenme engeli doğmaz"  fetvasını dinleyince içim acıdı.

Bir vatandaş olarak benim kurumu koruduğum kadar, kurumun kendisini ve taşıdığı sorumluluğu koruyamaması beni hayrete düşürdü.

Yoksa ben o fotoğrafı yayınlamamakla hata mı ettim?

TALAT ATİLLA'YI TWITTER'DA TAKİP ET!



Sayfa Adresi: http://www.turktime.com/yazar/ironi-degil-okey-oynayan-diyanet-isleri-baskani-/7207