Bir 8 Mart daha geldi, çattı. Yine hafta boyunca kadın anadır, çiçektir, fedakârdır, başımızın tacıdır, güzellemeleri yapılacak. “Kadına kalkan eller kırılsın” noktasında hamaset nutukları atılacak. Kadına yönelik şiddet, yetkili, yetkisiz her kişi ve kurumca kınanacak. Peki, ne değişecek? Her zaman ki gibi yine hiçbir şey…
Çünkü bugüne kadar ülkemizde kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda, daha çok hukuk ekseninde çözümler üretilmeye çalışılmış ancak alınan tedbirler ve verilen cezalar ne kadar arttırılırsa arttırılsın, bu düzenlemelerin sorunu çözmeye yetmediği, aksine artarak devam ettiği görülmüştür.
Dolayısıyla erkek şiddetinin salt bireysel bir davranış olmadığı, arkasında erkek egemen cinsiyetçi bir sistemin ve ataerkil bir zihniyetin yattığı kabul edilmediği sürece, kangren halini almış bu sorunun köklü bir çözümünün mümkün olmayacağı aşikârdır.
Öyle ki cinsiyetçi bakış açısının hâkim olduğu yasalar, bilhassa uygulamalar, hatta ve hatta televizyon programları ile bile dayatılan ; “Ev işleri, yemek ve çocuk bakımı sadece kadına aittir“, “Kadının yeri evidir”, “Her kadın annelik içgüdüleriyle dünyaya gelir” ,“Kadın kendini evine, kocasına ve çocuklarına adamalıdır.” şeklinde yaratılan algı, toplum tarafından kadına ve erkeğe yüklenen bu cinsiyetçi rolleri pekiştirmektedir. Yine aynı şekilde; “Erkek kadınına bakmalı” algısı ile de kadınların erkeğe ekonomik yönden bağımlı olmayı kabullendikleri, üstelik bunun da böyle olması gerektiği toplumsal olarak zihinlere kodlanmaktadır…
Peki, ne var bunda da diyebilirsiniz? İşte asıl sorunda bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü kadına yönelik şiddetin temel sebebi, artık herkesçe kanıksanmış bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır. Bugün topluma hâkim olan ataerkil zihniyet, kadınları geleneksel, cinsiyetçi, kadınlık ve annelik rollerini gönüllü olarak kabule zorlarken, buna itiraz eden kadınları ise şiddetin tüm biçimleri ile cezalandırma konusunda kendini haklı görmektedir. Son zamanlarda sıkça gündeme gelen ve kadınlara sanki müjde gibi sunulan yarı zamanlı çalışma ile ilgili düzenlemenin gerekçesi dahi; “kadının doğurganlık oranının arttırılması” olduğu düşünülecek olursa, toplumumuzda kadına biçilen rolün ve erkek egemen zihniyetin etkisi çok daha iyi anlaşılacaktır.
Aslında bu tarz söylemler ve toplumda yaratılan algı, bir yandan kadına ve erkeğe biçilen görevlerin “tanrı vergisi” olarak görülmesini sağlayarak erkek egemenliğinin toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden kendini meşrulaştırmasına neden olmakta, bir yandan da toplumda var olan cinsiyetçi rollerin sürdürülmesine katkı sağlamaktadır.
Üstelik Türkiye tarafından 2011’de İstanbul’da imzalanan ve kısaca İstanbul sözleşmesi olarak da bilinen, Kadınlara Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nde de; kadına karşı şiddetin sebebinin toplumsal cinsiyet eşitsizliği olduğu, bu nedenle de kadın ve erkek arasında yasal ve fiili eşitliğin gerçekleştirilmesinin şiddeti önlemede anahtar bir unsur olduğu belirtilmiştir. Buna rağmen bu konuda halen gereken tedbirlerin alınmaması ise bir hayli düşündürücüdür.
Peki, neler yapılabilir ya da yapılmalıdır?
- Her şeyden evvel sadece yasal düzenlemelerle kadına karşı şiddeti engelleyebilmenin mümkün olmadığı, şiddetin ana sebebinin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklandığı kabul edilmelidir.
-Devletin en üst kademesinden gelen cinsiyetçi söylemlerden uzaklaşılmalı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yol açacak yasal düzenlemelerden, uygulamalardan, bir an önce vazgeçilmesi için gereken önlemler alınmalıdır.
- Yine aynı şekilde son zamanlarda erkeklik indirimi olarak da adlandırılan haksız tahrik ve iyi hal indirimleri şiddet uygulayanları cesaretlendirmekte ve şiddetin devam etmesine neden olmaktadır. Hâlbuki Türk Ceza Kanunu’nda “erkekliğime hakaret etti, öldürdüm” indirimi ya da “kravat” indirimi yoktur. Aksine bu ve benzeri tüm haksız tahrik indirimleri, cinsiyetçi erkeklik indirimleridir. Bu nedenle örf, adet, gelenek ve namusun bu tarz davalarda indirime gerekçe olarak kabul edilmemesi, dolayısıyla verilen cezaların caydırıcı olması, kadına yönelik şiddetin önüne geçebilmek adına son derece önemlidir.
-Ayrıca toplum, basın ve medya aracılığıyla bilinçlendirilmeli, medyanın toplumsal
cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren ve devamlılığını sağlayan programları denetimden geçirilmeli, kadın aile kavramından ayrı ve eşit bir birey olarak kabul edilmeli, kadının sosyal, ekonomik ve siyasal hayata erkeklerle eşit düzeyde katılabilmesini sağlayan düzenlemeler yapılmalı ve ayrıca toplumumuzda kadınlara karşı sahip olunan geleneksel tavır mutlaka sorgulanarak, belki de ilköğretimden başlayacak bir eğitim süreci ile toplumsal değerlerin yeniden tanımlanması sağlanmalıdır.
Aksi halde toplumda yerleşmiş ve üstelik dev bir propaganda ile desteklenen; geleneklere, toplumsal baskıya ve erkek egemenliğine itaat etmeyi kadınların erdemi, güç göstermeyi, sahiplenmeyi, kadının namusunu korumayı erkeklik erdemi olarak gören ataerkil zihniyet değişmediği sürece, kadına yönelik şiddetin önlenmesi mümkün olmayacaktır.